Akasya Asıltürkmen

Sanat İçin Yeni Bir Şey Değil, Benim İçin Yeni – 2014

“Tasavvuf düşüncesinin özünü oluşturan ve maddeden, maddesellikten sıyrılma, uzaklaşma, göğe yükselme, gökselleşerek tanrısal ülküye yaklaşma, hatta ulaşma duygusunu en iyi verecek anlatı malzemesinden biri, kuşkusuz kuşlardır. Kuşların, kırılmaz bir iradeyle, tüm güçlerini harcayarak yedi vadi, her birinin bir öyküsü olan ‘İstek’, ‘Aşk’, ‘Marifet’, ‘Hiçlik’, ‘Birlik’, ‘Hayret’ ve ‘Yok Oluş’ vadilerini geçmeleri gerekir. Ancak bu vadileri aşarlarsa amaçlarına, Kaf Dağı'nın ardındaki yol gösterici Simurg'a ulaşacaklardır. Sağ kalanlar O'na ulaşınca da Simurg'un bir yansımadan, bir aynadan başka bir şey olmadığını göreceklerdir; Simurg kuşların kendileridir, çünkü, Tanrı, kendisine ulaşmayı başaranların içindedir.” diye yazmış Hasan Anamur, yıllar önce Işıl Kasapoğlu'nun yönettiği ‘Kuşlar Meclisi’ oyunundan bahsederken köşesinde.

Memed Erdener'le ilk çarpışmamızda, yeni sergisi için kuşların içine daldığını farkedince, hemen önerivermiştim Simurg'un hikâyesini. Onun arayışıyla örtüşüyordu sanki. Yanılmamışım. Gökleri kuşlara, yeryüzünü yılanlara, aklı zekâya, George Orwell'i Fuzuli'ye, dışsal olan extramücadele'yi, içsel yani intramücadele'ye katıp, harikulade bir sergi hazırlamış. Mayıs sonuna kadar Galeri NON'da sergiyi ziyaret edebilir, Extramücadele'nin araladığı kapıdan içeri süzülebilirsiniz.

Extramücadele nasıl doğdu?

Eski hikaye. Yaptıklarımın altına adımı yazmak saçma gelmişti. Kendimle ilgili bir şey yapmıyordum. Etrafta görünenlerle, sorunlarla ilgili, provokatif, dogmalara dokunan, enerjisi yüksek, biraz grafik, yarı piktogram şekiller, hayaletler yapmaya çalışıyordum. Şeyleri bulundukları dünyalarından kopararak başka dünyalara bırakarak, mecralarını şaşırtarak, öbür dünyalar uydurmak, Frankenstein'lar yaratmak. Bunların hepsinin bir adı olsun dedim. Bu bir mücadeleydi, kağıt ve kalemle girişilen bir mücadeleydi. Bir arkadaşım önerdi “Bu yaptığın extra mücadele” o günden beri bu adı kullanıyorum. Bu sıralar bu isimden de sıkılmaya başladım.

“Extramücadele politik değildir” demişsiniz. Başlarda insanların ne düşünmesini istemiştiniz?

“Taraf değildir” demek istemişimdir. “Bir fikrin sözcüsüyüm, sizden yanayım, bakın bunları yapıyorum” dememeye çalıştım. Hep uyabildim mi bilmiyorum ama bıçaksırtı bir yerde durmaya çalıştığımı söyleyebilirim.

Sizin mücadeleniz nerede başladı?

Benim birkaç mektebim var, sırasıyla ailem, 90'ların güzelim mizah dergisi Deli, içinde mahalli olanın ne olduğunu öğrendiğim Hafriyat sanat grubu. Beş yaşında annem beni bir sergiye götürdü. Sergide büyük bir kedi resmi vardı, bayağı büyük. Hiperrealist, aşırı gerçekçi bir kedi. Tüylerine kadar ince ince yapılmış. Annem kediye dikkatlice bakmamı söyledi. Farkettim ki, kedinin beş ayağı var! Üzerinde günlerce çalışılmış bir kedinin nasıl olur da beş ayağı olabilirdi? Ressam hiç mi dikkat etmemişti. Sinir olmuştum. Annem “İşte sanat bu. Bilerek, isteyerek hata yapabildiğin bir şey”dedi. O an bir aydınlanma yaşadım sanırım. Annemi de bu hatırayı da çok seviyorum.

Sonra efsane Deli Dergisi’nde çalıştınız...

Bu haftanın kapağı ne olur, üçüncü sayfaya ne düşünelim derken nefis bir editoryal okul oldu Deli. Can Barslan, Gani Müjde, Metin Üstündağ, Kemal Kenan Ergen, Sencer, Tan Cemal. 21 yaşındaydım ve ilk evimin kirasını dergi sayesinde ödüyordum. 4 sene rüya aleminde geçti hayat. Fakat asıl sanat mektebim Hafriyat'tır. Murat Akagündüz, Mustafa Pancar, Antonio Cosentino, Hakan Gürsoytrak'tan bir çuval dolusu şey öğrendim. Ardından Hafriyat Karaköy'ü kurduk. Dolu sergi yaptık, eğlendik, heyecanlandık, paylaştık, hatalar yaptık, sahici bir halt yaşadık ve ayrıldık. Tam macera yani. Ardından 2010'da Galeri NON'la çalışmaya başladım, Derya Demir'le. Daha önce bir galeri geçmişim yok.

Boş bir kap gibi önce dolduruyorsun, sonra içindekileri akıtıyorsun. Mitolojik simge ve sembolleri sıkça kullanmışsınız...

Hayatı mitolojik hikâyelerle daha kolay anlıyoruz. Mitoloji onları resimselleştiriyor üstelik. Semboller oluşuyor, minyatürler, motifler... Motiflere hayranım. Yıldızlar, yılanlar, kuşlar... Kızılderililerde, azteklerde, hintlilerde, Anadolu'da her yerdeler. Formu anlam oluşturuyor. Bu şekilleri biraz da Jung okuduktan sonra izleyince düşünsel zenginlik başlıyor. Hayat, kitaplar, kalem ve kağıtla güzel. Aşkın ömrü bilgiyle uzuyor.

Kullandığınız materyaller çok çeşitli. Cam kırıkları, ahşap, plastik ve metal çatallar, eski fotoğraflar, gözlük camları, bastonlar... Maddeyle manevi bir ilişki halindesiniz sanki...

Bu sergi benim için farklı... Şimdiye dek çoğunlukla dışarı ile ilgilendim, devletin konuşma şekliyle, devlet adamlarının icraatlarıyla, propaganda için uydurdukları ucubelerle... Bu sefer input'ları değiştirdim. Duygular, eşyaların hissettirdikleri, manevi kavramların maddiyatla geçirgenlikleri, gündeliğin ve devletin yer değiştirmesi, Tanrı'nın gündelikleşmesi, devletin mistikleşmesi ilgi alanımı doldurdu. Eşyaların öbür dünyasını bulmaya çalıştım. Bu dünyadaki görünür anlamlarının dışına çıkmalarını istedim ve denedim diyebilirim. Sanırım daha eğlenceli bir dönem başlıyor benim için. Ayrıca eklemeliyim ki, demir ustası yetenekli insan Azat Demirer olmasa, bu sergi de olmazdı. Onun sayesinde eşyaları başka anlamları olan sanat objelerine dönüştürdük. Buradan Azat beye tekrar teşekkür ediyorum.

“Mutluluk Ancak Kabullenmeyle Var Olur” George Orwell...

Resimlerin ve heykellerin isimleri George Orwell, Fuzuli, Italo Calvino ve genç şair Müge Weigl'dan. Okuduğum, aklımda kalan cümlelerin üzerine işler yapmaya çalıştım. Bazen yaptıklarımın üzerine o cümleler düştüler. Serginin ses tasarımını Ece Canlı yaptı. Sesiyle sergideki işleri birbirine bağladı. Onun görünmez teğeller atma kabiliyeti var. Gül Bahçesi* isimli kısa filme de mucizevi dokunmuştu.

Aslında serginin adı ‘Bana değil, benim içimden öteye bak’tı. Bu cümleyi düşünerek yaptım resimleri, heykelleri. McLuhan'ın kitabında okumuştum. ‘Gotik mimaride ışık insanın ya da eşyanın üzerine düşmez, içinden geçer. ’ Bu sergiyle ben de “bakın işte size şu sorunu gösteriyorum’ değil de, ‘ben bir şey yaptım, siz buna bakın ve buradan istediğiniz yere gidin’ demek istedim. Bu sergiyle ilgili söyleyeceğim en önemli cümle belki de bu. Kapıdan bak istediğin yere git. Tabii ki bu sanat için yeni bir şey değil, benim için yeni bir şey. Sonra açılışa iki gün kala serginin adını değiştirdim: ‘Gökyüzünde Tanrı Yok Kuşlar Var’ oldu. İyi de oldu.