Memed Erdener

Hatırlıyorum – 2012 (2013 ve 2014 eki ile)

1970 Doktor ‘bu çocuk ölmüş, alalım’ diyor. Babam inanmıyor doktora, bağırıyor ve annemle başka bir doktora gidiyorlar, 10 aylık doğuyorum.

1975 Salondaki minderleri üst üste koyuyorum ‘bağımsız Türkiye’ diye bağırıyorum, annemler gülüyor. Aşağıda sokaktaki kalabalık Kabataş’tan Taksim’e doğru yürümekteler, bayraklar, megafondan çıkan sesler ilgimi çekiyor. Camdan izliyorum. Ananem bana ‘deli zottik’ diyor.

1979 Annem ‘hiç acımayacak merak etme’ diyor. Ona güveniyorum. Çok acıyor. ‘Hani acımayacaktı’ diye ağlıyorum. Sünnetin acıttığını öğreniyorum.

Babaneme yürüyerek gidiyoruz. Birden babam bizi yere atıyor ve üzerimize yatıyor. Esentepe’de geceleyin, makineli tüfek sesleri yanımızdan uzaklaşana kadar yerde kalıyoruz. 3 yaşındaki kız kardeşim ‘düşmanlar, düşmanlar’ diyor.

Fırtına var, denizdeyiz, babam 8 m'lik Karadeniz tipi balıkçı teknesini limana arkadaşım Aykut’la ikimizin götürmesini istiyor. 9 yaşındayız. Dalgalar neredeyse 1m. Çınarcık’ın poyrazı sert, biliyorum. Sahil boyunca tüm anneler, ablalar ‘geri dönün, geri dönün!’ diye bağırıyorlar. Sağ sağlim götürüyoruz tekneyi. Aykut ile mahalleye 9 yaşında birer kahraman gibi girdiğimizi hatırlıyorum.
1980 Evde küvette adam uyuyor. Geceyarısı saat 12’de sokağa çıkma yasağı başladığı için ve bizim evde neredeyse her gece annemin ve babamın arkadaşlarıyla dolu olduğu için, içki içildiği için ve bağıra çağıra konuşulduğu ve çok gülündüğü için, bu bana ve kardeşime çok da anormal gözükmüyor.

1981 Saint Benoit'yı kazanıyorum. Okul Karaköy kerhanesinin yanında. Babam pis pis sırıtıyor. Basket oynarken top kerhanenin sokağına kaçıyor, ablalardan, abilerden istiyoruz, ‘siktir ulen’ diyorlar.

1982 Evde babamla maç seyrediyoruz. Misafirlerden biri, hem de erkek ‘22 kişi oynuyor, siz bir saat bunu mu seyrediyorsunuz, çok saçma’ diyor. İlk defa bir erkekten böyle bir şey duyuyorum.

1983 Yazın, Çınarcık'ta babanemin pansiyonunda kalıyoruz. Sadece bizde televizyon var. Yaz akşamları yemek, ailecek televizyon karşısında yeniyor. Dallas'ın olduğu geceler biz ve tüm pansiyon, hatta yan binadakiler bizim 31 ekran televizyondan Dallas'ı seyrediyorlar, millet çıt çıkarmadan JR'ın zamparalıklarını ve ayak oyunlarını izliyor. Neredeyse her Dallas akşamı elektrikler kesiliyor, büyük bir 'yuh' korosu. Elektrikler geldiğindeyse tüm pansiyon ve mahalle alkışlıyor. Dizinin bir bölümünde JR’ın iktidarsız olduğu konuşuluyor. Dedeme ‘dede iktidarsız ne demek’ diye sorunca, bizim pansiyondakiler ve komşular kahkahalar ile gülüyorlar.

Dersten çıkıyoruz. Erkek okulu olan Saint Benoit’nın içi kadın dolu, süslü, makyajlı dolu kadın. Biz küçük erkekler şaşkınlıkla kadınlara bakıyoruz. Okul bir türlü dağılamıyor. Kapıda tıkanıyoruz. Müdür ‘bekleme yapmayın, çıkın’ diye bizi uyarıyor. Sonra öğreniyorum ki okulun yanındaki kerhaneleri polis basmış, kadınları dövüyorlarmış, felsefe hocamız olan, bana lisede Kant’ı öğreten en sevdiğim hoca fransız müdür, kapıyı açmış kadınları içeri almış, polisten ve dayaktan kurtarmış.

1984 İlk kez öpüşüyorum. Kız benden 2 yaş büyük, ‘ilk kez mi öpüşüyorsun?’ diye soruyor. ‘Yok, üçüncü bu’ diyorum.

Annemin eski eşya sattığı dükkanında Müjde Ar ile tanışıyorum. Çok güzel. Gözlerimi alamıyorum, utanıyorum.

Arkadaşımın evindeyim. Babası salonda, yemek masasında renkli kalemlerle Kemal Sunal filminin afişini yapıyor. Hayran kalıyorum. Grafiker olmaya karar veriyorum.

1985 Saint Benoit’da dersleri anlamıyorum. Tüm notlarım kırık. Annem müdür ile konuşuyor ‘ne yapacağız?’ diye soruyor. Müdür, ‘sadece sınıf hocasından ders alırsa geçebilir’ gibi bi şeyler mırıldanıyor annemin kulağına, sessizce. Sınıf hocasından özel ders alıyorum. İkmale kalmadan geçiyorum.
1986 Babam eve geç geliyor. Bayağı geç. Bazen de kumar oynadığını biliyoruz. Geceyarısında eve geldiğinde büyük bir kavga çıkıyor annemle babam arasında. Gürültü ile uyanıyoruz kardeşimle ben. Bağırış, çığırış. Fakat bir gece, saat gece yarısını çoktan geçmiş bir vakitte, uykumun en tatlı yerinde, salondan yine yüksek sesler gelmeye başlıyor. Yine kavga ediyorlar diye düşünüyorum fakat değil, kavga değil bu, kahkaha sesleri geliyor salondan. Yataktan kalkıp sessizce salona gidiyorum. Aralık kapıdan salonu gözetliyorum. Gördüğüm şey şu: Annem ve babam ellerindeki tomarla kağıt parayı havaya fırlatıyorlar, paralar tavandan yere düşüyor. Halının, kanepenin, sehpanın üzeri silme para. Bu sefer kazanmış. Rahat uyuyorum.

1987 Sınıfta namaz kılıyoruz. Ayakkabılar çıkarılıyor, çoraplar ile sıranın üzerine çıkılıyor, kılınıyor. Fransız biyoloji hocasının derste gösterdiği üreme ile ilgili video din dersinde sorun oluyor.

1988 Sınıfta imam nikahıyla evli oldukları söylenenler var.

1989 Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi özel yetenek sınavındayım. Önümde Saint Benoit’dan tanıdığım Adnan Hocacı olduğunu bildiğim biri var. Elinde tuttuğu duralitin üzerinde, sınavda sorulan, çizmemizi istedikleri konunun harika çizilmişi var. Nereden bulmuş, kime çizdirmiş bilemiyorum.

1990 Mucize! Akademideyim. Fakat pentürcü hocalarla soyutçular kavgalı. Pentürcü Özer Kabaş, Neşe Erdok grafik bölümünde ders veriyorlar. Neden kavga ettikleri hakkında ben hiç bir şey anlamıyorum.

1992 Ruh ve Madde Derneğinden bir medyum aracılığıyla trafik kazasında ölen sevgilimle konuşuyorum. ‘Beni düşünme artık, gidemiyorum, beni rahat bırak. Sen hayatı daha iyi anlamak için hep yüzeysel ol’ diyor.

1994 Haftalık mizah dergisi Deli'de çalışıyorum. Güzel günler başlıyor. Fakat işe giren bana yardım edecek grafiker bir tuhaf. Daha önce hiç böyle grafiker görmemişim. 1,85 m boylarında, iri yarı, gri parlak takım elbise giyen biri. Sivil polis olduğunu bir kaç hafta sonra anlıyoruz.

1995 Kaş'ta garsonluk yapıyorum, Kaş emniyet müdürü, karısıyla lokantada. Yemeklerini servis ediyorum. Kaş emniyet müdürü nedensiz yere benimle uğraşıyor, asker kaçağı mısın, kimsin, ne zaman geldin?’ gibi sorular soruyor. Karısı ‘rahat bırak çocuğu’ diyor. Emniyet müdürü karısına öyle bir bağırıyor ki ben korkuyorum. Anlam veremiyorum, fakat hadise sonra anlaşılıyor. Çalıştığım lokantanın sahibi fransız, daha önce Coco Chanel’in yatında aşçılık yapmış muhteşem bir kadın. Meğer Kaş mafyası bu lokanta kapansın istiyormuş. Sadece benim çalıştığım lokantada tuvalet var, diğer lokantalardaki müşteriler işemeye camiye gitmek zorundalar. Kışın lokantanın tuvaletini balyozlarla kırıyorlar. Artık hiç bir lokantada tuvalet yok. Kaş’a bir daha hiç gitmiyorum.
1996 Grafik bölümünde linolyum baskı yapıyorum, Cem Sultan, bir türbe ve bir vibratör çizmişim. Süleyman Saim Tekcan ‘bunları yapacağına Koç, Sabancı portreleri yap’ diyor.

1997 Bülent Erkmen diye biri hocamız. Öğretmenliğin ve tasarımın ne olduğunu ilk defa anlıyorum. Bu adam ne derse beynimdeki tüm boşluklara kaydediyorum.

2000 Kötü bir tiyatro dekoru gibi olan derme çatma mahkeme salonundayım, karımla boşanıyoruz. Derken içeri çaycı giriyor, hakime ‘dosyaları oraya koymayın dedim ya hakimim, lütfen’ diyor. Hakim çaycıya bi şeyler geveledikten sonra bizi iki dakikada boşuyor.

Bedelli askerlik yapıyorum. 28 gün. Koğuşta 120 kişiyiz. Yaklaşık 100 polis var. 21.00’de yatıyoruz, fakat uyku tutmuyor. Yanımdaki polis benden kitap istiyor. Bunuel ve Sait Faik var. Komünisti istemem Bunuel’i ver diyor. 5 dakika sonra, yüzünde büyük bir sıkıntıyla ‘boş ver bunu yahu, komünisti ver sen bana’ diyor. Bazen sırıtarak, bazen gülerek keyifle kitabı okuyor. ‘Ne güzel yazmış komünist’ diye de ekliyor.

2003 Reklamevi’nde art direktör olarak Serdar Erener ile çalışıyorum. Çok çalışıyoruz. Ne kadar çok çalıştığımızı burda anlatamam, belki tahayyül bile edemezsiniz. Sonunda heralde yaşadığım stresten dolayı midem hastalanıyor. Dolu ilaç ve endoskopi… Midemi hasta edecek kadar iş tutkunu olan Serdar’ın enerjisi, aklı, neredeyse her konuya olan ilgisi nedeniyle hasta mideme rağmen vasatların ülkesinde böyle biri ile çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Mide çok da umrumda olmuyor.

2007 Haziran’ın 4’ü, Ptesi akşamı saat 18.00, ‘Hayko Cepkin’in ilk albümünde 4. şarkı çok güzel’ diye Hafriyat’taki arkadaşlarıma SMS atıyorum. Anında bir email geliyor bilgisayarımın ekranına. Filmlerde olabilecek bir an. Mail’de şöyle yazıyor: ‘bok gibi şarkı dünyada şarkı mı kalmadı lan!’ Yollayan adres: ananın_amıhotmailcom. Eli, kulağı uzun bir arkadaşım araştırıyor, ‘evet, senin telefonunu dinliyorlar’ diyor.

Allah Korkusu isimli bir afiş sergisi düzenliyoruz. 70’e yakın katılımcı var. Vakit gazetesi tehdit etmeye başlıyor. Biz süreci iyi yönetemiyoruz. Bazı afişleri sansürlüyoruz hatta. Sergide bizim beceriksizliklerimiz kadar Vakit gazetesi ve polisin davranışı da unutulmaz oluyor. 3 afiş ve 3 kişi hakkında suç duyurusunda bulunuyorlar. Sergide makineli tüfekli adamlara afişleri anlatıyorum. Namaz kılan Atatürk afişi önüne geldiğimizde polis hiddetleniyor, köpürüyor ve soruyor: ‘bu ne, bu ne biçim şey böyle?’ ‘Afişte Atatürk namaz kılmayı öğretiyor, başka bir şey yok diyorum”. Susuyorlar. Bunun ardından sergilenmeyen, sarsürlediğimiz afişlerden biri hakkında Radikal gazetesinden bir gazeteci ile konuşuyoruz. Uzun süre konuşmanın ardından, gazeteci telefonda beni ‘seni rezil ederim’ diye tehdit ediyor. Gazeteci. Biliyorum rezil edebilir. Namaz hocası Atatürk afişinin önünde bağırıp, çağırıp sonra susan polis gibi susuyorum.
2009 Dindarların pek çok tehdit, küfür ve aşağılık sözler içeren email’lerinin ardından xx adresinden bir email geliyor: ‘Amacınız nedir Anıtkabir gibi bir yeri bu ülkeyi kuran kişinin uyuduğu mekanı şekilden şekile sokmak siz gerizekalılar için nasıl bir orgazmdır acaba. Renginizi belli edin adam olun. Yakında sitenize ulaşılamayabilir.’ yazıyor. Gerçekten de kısa bir süre sonra site ulaşılamaz oluyor. Öyle iyi hack’lenmiş ki tamirat çok uzun sürüyor. Atatürkçülerin çalışma tarzı islamcılardan daha profesyonel diye düşünüyorum.

2010 Tophane saldırısı. İnsan müsfetteleri müsveddeleri açılışa gelen davetlilere saldırıyorlar, kafa, göz yarıyorlar, gaz sıkıyorlar. Başbakan televizyonda ‘Tophane’yi avucumun içi gibi bilirim, orada mahalle baskısı olmaz’ diyor. Utanmaz polisler kimseyi tutuklamıyor.

Bir sergi için Paris’teyiz. Seneler sonra orada karşılaştığım lise yıllarının en sevdiğim arkadaşlarımdan, rüküş Saint Benoit’nın makyaj yapmayan nadir kızlarından, sıkı muhalif, simsiyah uzun saçlı Nurdane ve fransız kız arkadaşı akşam yemeğinde karşımda oturuyorlar. Bir şekilde konu konuyu açıyor ve 3 yaşındaki oğlumu sünnet ettirdiğimi söylüyorum. İki kadın ağzıma sıçıyorlar. Söyledikleriyle öyle haklılar ki susuyorum. Ben ne hakla 3 yaşındaki bir insanın vücuduna ve gelecekteki cinsel hayatına karışabiliyorum? Benim de onlardan bir farkım yok. “Onlar” Tezer Özlü’nün bahsettikleri “onlar” işte. Fakat sanırım, “ben bizi öldürmek isteyenlerden biriyim”.

2012 Terörle mücadeleden birileri NON'a geliyor, Apo heykelini kaldırın diyorlar. Terörle mücadele ekibinin sanat galerisinde ne işi olabilir, kim bilir? Evet Apo heykeli yapmıştım. 2 sene evvel.

Başbakan Bilgi Ünv’ne direkt telefon ederek iki lokantasında içki satışını yasaklatıyor.

2012 başında, ders verdiğim Bilgi Ünv yönetimi bana haber vermeden yemek kartımı iptal ediyorlar, dekan ve rektöre email atıyorum, ‘lütfen nedenini açıklayın’ gibi kibar bir email, yanıt vermiyorlar.

2013 “Zıplamayan Tayyip’tir” diye bağıran, zıplayan, sarılan, gülen binlerce insan var önümde. Evet binlerce. Harbiye’den Şişli’ye, Osmanbey’den Beşiktaş’a adım atacak yer yok. Saat gecenin 01.00’i. Babam telefonda “evladım ben 73 yaşındayım daha önce böyle bir şey görmedim” diyor. Hırsızın, provakatörün, sadistin, vicdansızın ter içinde uyandığı gece. Gezi. Nurdan Gürbilek’in yazdığı gibi: “Bir imkanın ufukta yanıp söndüğü an.”

2014 Müzesini kapatan, müzenin arşivini saklamayan, Ermeni Soykırımı konferansını düzenleyemeyen, duvarlarına afiş bile asamayan, her köşesinde latte satılan Bilgi Ünv’den ayrılıyorum. Ferah rüzgarlar esiyor…


İnsan beyni ne mucize bir şey ki, yaşadığımız kötü hatıralar, zihnimizi meşgul eden korku, endişe ve benzeri istemediğimiz şeyler orada fazla kalmıyorlar, kalamıyorlar, onları hatırlamıyoruz. Bunların bir değeri yok. Ebru’nun bir melek oluşu, annemin tüm zamanını hep bana ayırması, babamın cesareti ve bana öğrettiği pek çok güzel şey, ananemin büyük sevgisidir zihnimde duran. Bu bir mucize değil de ne?

Kasım 2012