Nazım Dikbaş

Eks-tra-la-la – 2007

Nerede grafik sanatlarına yeni bir gözle bakmamızı sağlayacak o yeni fikir, o içe doğuş, o her gün yanından geçtiğimiz çalıların hemen arkasında, birkaç dalı hafifçe aralayıverdiğimizde birden karşımızda beliriverecek, serin sularını çehremize çırpacağımız çağlayan kaynak... Bu konuda ilk yazmam istendiğinde ekstra bir mücadeleye gerek kalmadan paftaların anında açılıp kuşatılacak alanların oy birliğiyle belirleneceğini, hedefe yürüyecek, grafik sanatların altı okuna sadık -çünkü her sanatın, hatta her zanaatın altı, veya belki daha az, belki daha fazla oku vardır- birliklerin hangi göç yollarını takip edeceğinin şipşak aşikar olacağını farz etmiştim. Grafik sanatçısı gözünü açar, ağını atar, bekler, yakaladıkları yeter yiyeceğine de, satacağına da diye düşünmüştüm. Bu anlattığımdan biraz daha zor oldu, ne de olsa eskisi gibi algılamıyoruz dünyayı, ne çocukluğumuzdaki gibi, ne sarhoşkenki gibi, ne de artık eskisi kadar sinirlenip üzülüyor, veya seviniyoruz başımıza gelenlere.

Bulduk diyelim, ne olur bu kaynaktan içsek peki? Önce kopya çekmek oldukça kolaylaşacak, başkalarından kopya çekilmeyecek, herkes kendine bakacak kopya bulmak için. Yeni balıkçılık teknikleri açısından bu bir bal kaymak dönemi olacak, zaten herşey denen tuhaf toplamın ismine hep demeye alıştığımız tuhaf zaman boyunca önümüzde yüzüp durduğu bir kez daha fark edilip gülünecek ve herkes denen o tuhaf kalabalık yüzü kızararak önüne bakacak. Bir süre sonra grafik sanatında ellerle birlikte, hatta onların önünde, birincil öneme sahip kabul edilen organların kullanımına da gittikçe uzayan süreler boyunca ara verilecek. Kendileri dinlenirken gözlerini de dinlendiren grafik sanatçıları karanlıkta yüzen görüntüleri birbirine yaklaştırmaya, benzerlikleri bulmaya, birbirleriyle eşleştirmeye, boşlukta uçuşan harfleri, kelimeleri, paragrafları çekip bırakmaya başlayacaklar.

Şüphesiz bu mücadeleyi kendi içinde kollara, dallara, yönlere ayırmak da mümkün. Rüyada rüyayla, tarihte tarihle, sokakta sokakla aralıksız ekstra mücadele. Aileden devlete toplumun her dilimini tarihte, coğrafyada, dilde, siyasette, dinde bulduğu önyargılarla eğip şekillendirmiş iktidar bloğu pis bir kovadır, onu denizde çalkalar balıkçı sanatçı. Tarihle ekstra mücadele ederken ise mücadeleci bomboş bir şehir meydanında bomboş bir kafayla tek başına oturur, birazdan kalabalığın geleceğini bilmektedir ama bir yandan boşluğu tarar, şöyle düşünür: birazdan geliyor tarih, ama şimdinin karşısında tarih, tarih olmuştur, şimdiyi ne kadar rahatsız etmeye çalışsa da. Ne kadar nemrut, ne kadar sıradan, ne kadar dokunulmaz, ne kadar şaşaalı olursa olsun her imge, sanat karşısında, yazın kör sıcağında Anıtkabir'de protokol sırasında bekleyen yün takım elbiseli siyasetçinin statik elektrikten makina halısına dönmüş titreyen beyni gibi, hiddetle kapıyı vurup çıktığı anda dostuna bir cümle fazla bağırdığını anlayarak geri dönen dostun hızla atan kalbi gibi, sıcak yaz aylarının ardından bütün gece yağan ilk yağmuru yemiş çatlak topraklar gibi yumuşar ve kendini sanatçının emin ellerine bırakır. Ey sanatçı, ya sen kendi ellerine sahip çıkabilecek misin? Grafik dünyanda karşına çıkanlara en keskin açıdan bakıp sorabilecek misin: Heykel mi, portre mi, bir salon erkeği mi? Giysi mi, fon mu, kayıp bir dönemin üstüne inen perde mi? Atatürk'ün çatık kaşları çözülecek, iyice gerilemiş saç sınırında birikip alnından, sonra yanaklarından süzülen ter damlalarının ıslattığı dudakları, sosyal demokratlara pabuç bırakmayacak iyimser uzlaşmacılığıyla kara çerçevesinin içinden yüzü bir ay gibi parlayan Türban Şoray'ı görünce bir gülümsemeyle gamzelerinin arasında salınan bir saltanat kayığına dönüşecek. Siyahlar içerisinde neredeyse bakışlarıyla içine daldıkları karanlığın yuttuğu bu çift, birbirlerine yaslanıp, şu kelimeleri fısıldayacak '"Küstahlar, bu ne küstahlık!" diye bağıranları bırakın da önce ormana bakın, grafik sanatçıları... Ormana bakın ve bizim değil, ormanın nereden geldiğini düşünün...?'