Güler İnce

Bir Rüyayurt İnşası – 2016

Extramücadele Galeri Zilberman’daki “Ben Sadece Bana Söyleneni Yaptım” adlı sergisinde yine aynı keskin ve mizahi dili kullanıyor. Sanatçı inanç, ideoloji ve topluma dair konuları bir zincirin parçaları gibi birbirine eklemleyerek ‘sonsuz esareti’ sorguluyor.

1997’de hayali siparişler üzerine çalışan bir proje olarak başlayan Extramücadele, siyasi ve popüler olana verdiği doğrudan referanslarla güncel yaşam kültürünün eleştirisini, keskin ve mizahi bir dille ele alan işler yaptı. Sanatçı, son dönem heykel ve yerleştirmelerinden oluşan “Ben Sadece Bana Söyleneni Yaptım” adlı yeni sergisinde yine aynı keskin ve mizahi dili kullanarak inanç, ideoloji ve topluma dair konuları bir zincirin parçaları gibi birbirine eklemleyerek sonsuz esareti sorguluyor.

Kadın meselesinin ağırlıklı olarak ele alındığı bu sergide biat ve itaat, cinsiyetler arası eşitsizlik, tüketim kültürü ve kutsallaşan borç kavramı, geçmiş ve günümüze ait inanç referanslarıyla birbirinin içine geçerek şekil ve yer değiştiriyor. Bir cehennem olarak kurguladığı bu dünyayı ve onun içinde mesuliyet almadan günlerini dolduran ve vakti geldiğinde “Ben sadece bana söyleneni yaptım” diyecek olan hasta kalabalığın vicdanını sorguluyor. “Evet, aşk ve matematiği bir araya getirmek şiirsel ve devrimci bir arzu, fakat 2015’te Türkiye’de şiddetten ölen kadınların sayısı 289 ve dünyanın toplam borcu ise 230 trilyon dolar” diyen Extramücadele ile yeni sergisi üzerine konuştuk.

Yeni kişisel serginiz “Ben Sadece Bana Söyleneni Yaptım” başlığını taşıyor. Bu söylem itaat eden ya da kendi suçunu başkalarının suçunda temize çıkarmak isteyenlerin söylemi. Serginize bu başlığı verme nedeninizi çalışmalarınız üzerinden anlatabilir misiniz?

Yazdıklarını sevdiğim ve aylık Ot dergisine ara sıra beraber de işler yaptığımız Merve Güneş ile laflarken “Bir kitap hazırlayalım, bu kitap kadın cinayetlerine odaklansın, bu konuya çalışalım” dedik. Kitabın adını Merve koydu: “Amı Olanın İmanı Olmaz”. Daha sonra kitaba yazılarıyla Defne Sandalcı, Umut Yıldırım, Gülcan Evrenos, Nazım Dikbaş ve Burcu Pelvanoğlu da dahil oldu. Kitap için harcadığım düşünsel mesai sayesinde çıktı yeni işlerim. Sergi böyle doğdu. Üç boyutlu işlerin üretiminde yetenekli insan, yaratıcı çözümlerin sahibi, farklı malzemeler arasındaki münasebeti bilen, gerçek bir zanaatkar olan Azat Demirer yardım etti. Sergi ismini ise metrelerce uzunluğunda zincirlerden oluşan bir işten alıyor: “Ben Sadece Bana Söyleneni Yaptım”.

Bu söz bana Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabını hatırlattı. Nazi Almanya’sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu olan Adolf Eichman yargı sürecinde sadece emirlere ve yasalara uyduğunu söylüyor. Arendt ise kitabında düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl da sıradanlaştığından bahsediyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Türklerden bahsediyorsak eğer, Türkler yasalara değil, devlete ve emirlere bağlıdırlar. Devlet nasıl davranırsa onunla beraber eğilir, bükülürler. Fakat şunu da belirtmeliyim ki yasa tanımazlık ve devlete bağlılık itaat etmeyi gerektirmez. Eski hikayedir: Adem’in Havva’dan önceki eşi, yani ilk kadın, onunla aynı anda yaratılmış olan Lilith, Tanrı’nın ‘erkeğin kadından üstün olduğunu’ söyleyen kanununu kabul etmez. Adem’in altına yatmaz ve Adem’i terk eder.

Bunun üzerine Tanrı, Havva’yı Adem’in sağ böğründen yaratır. Dolayısıyla Havva itaatkardır. Türkler ise asla itaat etmezler. Bir Türk’ün itaat ettiği görülmemiştir. Bir Türk’ün annesi kimsenin altına yatmaz. Fakat Türklerin annesi, bugün kadınların özgürlük hareketinin simgesi haline gelmiş, başına buyruk Lilith de olamaz. Bu yüzden, hiç çekinmeden söyleyebiliriz ki, Türk’ün annesi de erkektir. Mesela benim erkek annem Namık Kemal, erkek babam ise Yaşar Doğu’dur. Türk, iki erkeğin evladıdır. Akıl ve kol gücünün mahsulüdür. Başka bir deyişle, Türk, kadın gibi 100 sene yaşayacağına, adam gibi bir sene yaşar. Böylece düşünme, muhakeme etme gibi davranmayı yavaşlatan kavramlardan uzak duran Türk, kendinden daha güçlü, daha erkek bir varlıkla karşılaştığında veya düpedüz köşeye sıkıştığında rahatlıkla “Ben sadece bana söyleneni yaptım” diyebilir.

Sergi metninde cehennem olarak tarif ettiğiniz sistemin en çok ezilen kesimi olarak kadınları görüyorsunuz. Yine farklılıkların cemaat gücüyle ezildiğinden bahsediyorsunuz. Bu düşüncelerinizin yansıdığı işlerinizden bahsedebilir misiniz?

İşlerden değil ama tüm yapım sürecinden bahsedebilirim: Defter tutuyorum, çeşitli büyüklüklerde defterler. Harfler, Allah tipografileri, tuhaf hayvanlar, etraftan duyduğum acayip laflar, cinsellik, pek çok meme, çocukların lafları, dinler ve hurafeleri, rüyalar ve bilinçdışı, Yahya Kemal ve doğu gotiği, Türklerin saldırganlıkları, iktidarların ürettiği planlanmış felaketler ve her dönemin süslemeleri ilgi alanım içindeki konular. Bu konular arasında büyüleyici seyahatler yapmak istiyorum. Hayvanların tanrısı, sevişen harfler, küfürbaz tapınaklar, s.kilen s.kler, sırasıyla kozmostaki her şeyden, her yerden ve herkesten özür dileyen Türkler, işte tüm bu heyula ancak rüyada olabilecek bir mimari içinde yaşasın istiyorum. Benim sanatım böyle bir kabustur.

Özetlemek gerekirse birbirine benzemeyen şeylerin birbirleriyle mucizevi alakalarının kurulduğu bir ‘Rüyayurt’ diyelim. Benim yaşamak istediğim hayatın özü şiirdir. Calvino’nun deyişiyle: “Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: Sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”

Yeni serginizin belirleyici kavramları neler?

Abdest, bayan, ceza bir tarafta; borç, itaat ve inşaat diğer tarafta. Bu iki ucun toplamıyla oluşan ve tam ortada duran fetih, istimlak, gasp ve tecavüz var. Sergiyi oluşturan fikriyat budur.
Memed Erdener’den Extramücadele olmaya geçiş süreci nasıl oldu? Birçok kişi Extramücadele’yi bir sanat kolektifi olarak biliyor. İlerde sadece Memed Erdener adıyla çalışmayı düşünüyor musunuz? Yani ‘biz’den ‘ben’e, ‘toplumsal hafızadan’ ‘bireysel hafıza’ya geçiş söz konusu olacak mı?

O vakit 27 yaşındaydım. Bana heyecan verecek, beni dış alemden koparacak, her masaya oturduğumda beni kırbaçlayacak bir ‘Lou Salomé’ yaratmak istemişim. Yaratmışım da: Bir kadın Frankenstein’dı Extramücadele. Bu sadist kadının beni çalıştırma usullerine âşık olmuştum. Entelektüel bir ihtirasla her yanım morarmış ve kanamıştı. Yüzümdeki çizgilerin rastgele değil de, böyle bir aşk ile oluşmasını istedim diyelim.

Fakat seneler içinde kırbaç ve aşkın ihtirası söndü. Ama hâlâ ikimizin arasında büyük emek harcayarak tertip edilmiş kestirmeler var. Bu ara sokaklarda korkusuzca gezinmenin tadını kim bilebilir? Ayrıca her zaman tek başınaydım. Bu sadece benim için kurulmuş bir hayaldi, kimseyi içine almak istemedim. Kim aşkını paylaşmak ister?

Diğer sorunuza gelirsek, yaptığım resim ve heykellerin sertliği, ülkede yaşanan planlı felaketlerin sertliğinin yanında az bile. Bu ‘TeCehennem’de bireyselleşmek kelimesi şu an için hâlâ hoşuma gitmiyor. Bazen ‘ben, Allah, onlar’ diye bakıyorum hayata. Böyle zamanlarda öfkem, ruhun derinlerinde geziniyor, bu çok da özel bir durum değil aslında. Belki sadece benim için yeni.

Extramücadele ismi dışa dönük eleştiriler ve sorgulamalar üzerinden gelişen bir isim. Ancak son dönem çalışmalarınızda daha içsel olana da bir yönelim var. Bu serginizde ağırlıklı yöneliminiz hangisi olacak?

Mücadele lafı kendi içinde büyük vaatler barındırıyor ve bu artık canımı sıkıyor. Neden mi? Çünkü seneler geçtikçe ailede ve sokakta, her kuytuda hatta düpedüz alenen ortalıkta, arsızca karşımıza çıkan eziyet etme hastalığının ortadan kalkacağına olan umudum azaldı. Her kılcal damara sirayet etmiş ve vicdanını kaybetmiş bir Türk İslam faşizmiyle nasıl ‘mücadele’ edilebilir? Bugün 20 sene evvele göre daha umutsuzum.

Neyse enseyi karartmayalım, ne de olsa sanat biraz da anlamdışı ve soyut bir alanı işaret eder. Duygular vasıtasıyla ruhu beslemek için sanatla uğraşılır. Fakat eğer 200 sene vaktiniz varsa sanat, Türkleri ehlileştirmek için de kullanılabilir tabii ki.

Tabular, ikonlar, toplumsal belleğin izleri çalışmalarınızın belirleyici öğeleri. Bu ikonlar ya da tabular zamanla yer değiştiriyor. Örneğin Atatürk ve türbanlı kadın ikonunun dün durduğu yer ile bugün durduğu yer aynı değil. Hakim söylem değişimleri çalışmalarınıza nasıl yansıyor?

Deniz kızı “Apo” heykelim var mesela, kimsenin görmek istemediği. Tuhaf bir iştir, rüküş bir estetiği vardır. Zaman içinde anlamı da hızla değişecektir. Hayata Türkiye’nin hakim söylemi ile bakmıyorum, umurumda da değil. Dergilerin basmak istemediği “Türban Şoray”larım vardı bir ara, ben bile unuttum. Türk gölgesinden korkar, haklıdır da gölgesinden korkmakta.

Bildiğim kadarıyla uzun bir süre galerilerle çalışmadınız. Bunun sebebi neydi?

Eskiden gündüzleri bir işyerinde çalışıyordum, aylık bir maaşım vardı; geceleri ise sanatla uğraşıyordum ve resim satmam gerekmiyordu, hatta umurumda değildi. Artık çok daha az çalışıyorum ve bir ailem var. Yani kısacası, işe gitmektense sanatla meşgul olmayı tercih ettim. Boş vaktiniz arttığında vicdan ile ilişkiniz daha sıkı oluyor. Ne de olsa hayat bize emanet. Ayrıca biz sanatçılar yüzyıllardır, zenginlerle birbirimize dokunmadan ilişki içinde olmuşuzdur.